Mübarek Şehr-ü Ramazan bir muştucu gibi gelirdi Niğde’ye…
Şehir on bir ayın sultanına kavuşunca mânen silkinir, evlerde tatlı bir telaş başlar, sokaklarda bayram havası hüküm sürer, büyük küçük herkesin kalbini derinden bir sevinç kaplardı. Bu sevinç benim de yüreği sarar, mahallemize yoğun bir manevi atmosfer hâkim olurdu.
İftar topunu beklemek üzere arka balkona çıktığımda komşu çocukları da balkonlarda olur, birbirimize lâf atar, şakalaşırdık. Sol tarafa döndüğümde balkon sedirine oturup hakikatin izini sürercesine ufka bakmakta olan Leblebici Mümtaz Efendi’yi görürdüm. Alt katında ise Baloğullarının nur yüzlü Ziya dedesi, bedenini ve gönlünü manâ âlemine çevirmiş hâlde akşam ezanını beklerdi. Bembeyaz sakalları sünnete uygun biçimde olan Ziya Dede, arada bir yelek cebinden çıkardığı cep saatine bakar; orucun son anlarını nebevî bir adanmışlıkla, yaşardı. Sırra ermiş geçmiş zaman pîrlerini hatırlatan pembe beyaz Ziya Dede mahallenin baş tacı, göz nuruydu. Sağ tarafımızdaki balkonda ise Hacı Mevlüt Ağa, nam-ı diğer; Nalbant Mevlüt, akşam ezanını dinlemeye çıkmış olurdu. Her daim şalvar ve mes-lastikle abdestli olarak dolaşan Mevlüt Ağa’nın duruşu ve bakışları hörflü geldiğinden çekinir, kafamızı pek onun olduğu yere çevirmezdik. Mevlüt Ağa, kireç kuyusunda paslı isketin çivisiyle pes oynamamıza, inşaatlardan kuma atlamamıza, arsadaki kömürlüğün ve şantiye binasının damına çıkmamıza kızar, aramızda torunu Harun olduğu hâlde bizi oralardan kovalardı. Çocuklara bağırıp çağırmayı üzerine vazife edinmişti.
Alaeddin Tepesi’ndeki Rus malı Ramazan topunu önceleri topçu Süleyman, sonra da topçu Ömer ateşlerdi. Her ikisi de top patlatmayı adeta kutsal bir görev ifâ ediyormuşçasına gururla yaparlardı. O vakitler şimdiki gibi ses bombası değil, barut, paçavra, kurusıkı hakiki top patlatılır, gürlemeyle birlikte garga ve güvercinler korkuyla uçuştuktan sonra gökyüzünü kısmî bir siyah duman kaplardı. Niğde Kalesi’nin sembolü olan bu top şimdilerde boynu bükük şekilde kilitli parkenin içinde yarı gömülü duruyor.
Niğde’de iftar topu bekleme ritüeli öncesinde pide kuyruğu faslı olurdu. Şimdilerde Fertek’te halka ekmek yapan Cengiz ustanın fırınının önünden, Ali Göncü’nün hanına doğru nizamî bir pide kuyruğu oluşurdu. O vakitler her türlü ihtiyaç ve gıda maddesi, sıraya girerek alındığından vatandaş kuyruk adabına aşinaydı. Ramazanın müjdecisi küncülü (susamlı) pidelerin üzerine isteğe bağlı yumurta da kırılırdı. Bekleme esnasında sıcak ekmek kokusuyla açlık hissim tavan yapar, gazeteye sarılmış olsa da elimi yakan pideyi alıp eve dönerken kenarından tırtıklardım.
Niğde Ticaret ve Sanayi Odası tarafından Coğrafi İşaret Belgesi alınarak tescillenen Niğde Tahinlisi, günümüzde olduğu gibi her zaman her yerde bulunmazdı. Tahinliyi Ramazan ayı müddetince sadece Çarli satardı. Fırıncılıktan Niğdespor amigoluğuna evrilen Çarli’nin. (Altunhisarlı Yaşar Baysal) İstasyon Caddesinde Merkez Kahvesi’nin önünde tablaya koyup sattığı tahinlinin şekerlisi o vakitler icad edilmemişti. Çarli’nin tahinlisiyle günümüz tahinlisi arasında dağlar kadar fark olduğunu belli bir yaşın üstündekiler gayet iyi bilirler.
Tahinlide esas ustalık hamur/tahin/yağ oranın iyi ayarlanmasıydı. Niğdeliler tahinlinin mucidinin Çarli olduğunu söylerler. Halbuki daha önceki dönemlerde de tahinli imâl edilmekteymiş. Yaşar Baysal; nâm-ı diğer Çarli’nin alâmet-i farikası gözlükleriydi. Normal kafada bir adam olmayan Çarli, tatlı kaçık, nev-i şahsına münhasır tiplerdendi. Düğün, dernek, balo gibi cemiyetlerde oyun havaları çalmaya başladığında kafasında rakı bardağıyla piste fırlayıp oynamaya başlar, onun kıvrak figürleriyle ortam bir anda ısınır, içi kıpraştığı hâlde oynamaya tereddüt edenler, utangaçlıktan sıyrılıp oyuna kalkarlardı.
Evimizin bulunduğu El-Hacı Mahmud Caddesi, sonradan “yeşil mezarın orası” diye anılır oldu. Burada yatan Allah dostu zât Elhacı Mahmut – Nimetullah Yensari Hazretleri’nin Niğde’nin Kutb-i zamân erlerinden olduğu bilinirdi. Üç katlı binamızın bir cephesi bu kutlu yatıra bakardı. Önünden her geçişimizde çekinip çokça dua ettiğimiz bu sırlı zât ile ilgili anlatılanlardan çok etkilenmiştim. Bir vakitler, yol genişletme çalışmaları esnasında yatırı kaldırmak isteyen greyderin istop edip bıçağının kırılması, “Bu mezarı kaldırın yolun ortasından” diyen şantiye müdürünün kalp krizi geçirmesi hikayeleri içimi ürpertirdi.
Niğde’de bu denli yatır, türbe, makam ve mezarlık olması Anadolu coğrafyasının manevi mimarlarının büyük kısmının ilimizde medfun olduğunun apaçık delîlidir. Son elli altmış senede ecdâd mirasına bu kadar hoyrat davranmasaydık belki de Niğde’nin kaderi farklı olurdu. Ta Selçuklu’dan, İlhanlı’dan, Eratna’dan kalan şehid ve kâmil mezarlarının üzerinde apartmanlar dikip, yollar caddeler geçirdik. Ehl-i Kubura yattıkları yerde huzur vermedik. “Niğde yerinde sayıyor, kabuğunu kıramıyor, şöyle oluyor böyle oluyor” diye sızlananlar bu hususu bir düşünsünler….
Halbuki Niğde’ye Horasan ve Buhara’dan gelen halk, geldiği coğrafyaya ait tasavvuf ekolünü de beraberinde getirmişti.
Horasan Erenleri ve kolonizatör dervişler bu topraklarda derin bir manevi iklim oluşturdular. Bu Piri-i fânilerin Anadolu ve Balkanlarda İslamın gelişip vücûd bulmasındaki destansı çabaları büyüktür. İnsanlara rehberlik eden bu mutasavvıflar fütüvvet ilkelerinden; yani güzel ahlâk, cömertlik, yoksulu kollamak, başkalarını düşünmek, cesaret, ahde vefa gibi hasletlerden taviz vermediklerinden mübarek vatan toprağımız sırlanıp korunarak bugünlere gelmiştir.
Sözlerimi burada nihayete erdirirken;
İçinde bulunduğumuz bu rahmet ayında nefsimizi ve bedenimizi terbiye ederken hatalarımızla yüzleşelim, sığ tutum ve davranışlardan kaçınalım, garip gurebayı, düşkünü, yetimi kollayalım, iç muhasebemizi yapalım, egolarımızdan sıyrılmaya çalışalım. İfrat-tefrit dengesini iyi kuralım, Duayı dilimizde zikir yapalım, kimseye kem gözle bakmayalım, kem söz söylemeyelim. Allah (cc) oruç, zekât, fitr ve ibadetlerimizi kabul karin eylesin inşaallah…