Doksanlı yılların sonlarında işim gereği sürekli yurtdışına gitmekteydim. Hele ki Portekiz adeta komşu kapısı olmuştu. İşte o mutat Portekiz seferlerinin birinde, müşteri ziyaretini bitirdikten sonra Lizbon sokaklarını arşınlarken başı sonu belli olmayan bir kuyruğa denk geldim.
Ucunda nasıl bir atraksiyon varsa kuyruk, yılankavi bir şekil alarak uzayıp gitmekteydi. Çocukluktan gelen kuyruk bekleme merakıyla zincirin sonuna iliştim. Ne çok kuyruk olurdu o vakitler… Yağ kuyruğu, tüp kuyruğu, yumurtalı pide kuyruğu…
Sabır ve sükûnetle dikilip duran Lizbon halkı ile sandaletli şaşkın turistler ağır ağır ilerliyor, kuyruğun nereye vardığı hâlâ görünmüyordu. Yarım saati aşan bekleme sonunda kuyruğun ön tarafındakilerin bir anda kaybolduğunu gördüğümde merakım daha da arttı. Bekleşenler geniş bulvarın altına iniyor, iki dakika geçmeden karşı taraftan çıkıyorlardı. Kuyruğun sonundaki biletçi her seferde parmağını yalıyor, para verene makbuzu uzatıyordu. Lizbon Belediyesi, tünel girişine 2 Euro giriş ücreti uygun görmüştü. Parayı görevliye sayıp makbuzu aldıktan sonra, demir merdivenden asfalt seviyesinin altına indim. O ana kadar, içeride dehlizler, tüneller, duvarlarda ise bezeme ve freskler var sanıyordum. Ama öyle olmadığını anlamam uzun sürmedi. Girmemiz ile çıkmamız bir oldu. Roma döneminden kalma bir yeraltı geçidi olduğu aşikâr olan kısa tünel, yurdumun küf ve rutubet kokan alt geçitlerinden biraz daha halliceydi.
Eloğlu böylesine basit bir tünel için bile turnike kurmuş; para basıyordu. Turistlerin 10 metrelik tünelin içinde fotoğraf çektirme telâşları görülmeye değerdi. İçerideyken Niğdemizin keler, honnuk ve yeraltı dehlizleri aklıma geldi. Hemen her köyde bir yeraltı şehri, kadim taş evlerde ise buzdolabı ya da depo olarak kullanılan kayadan oyma keler ve “zerzemin” diye tabir edilen “zîr-i zemin” bölümleri vardı. Halk da buna alışkın olduğundan bu oluşumların varlığından heyecan duymamaktaydı. Turistler zaten elli-altmış senedir Derinkuyu ve Kaymaklı yeraltı şehirlerini geziyor; Niğde’yi es geçiyorlardı.
Buna benzer bir örenyeri fiyaskosunu birkaç sene sonra Tunus ve Malta adasında yaşadım.
Tunus Hamamet turunda Kartaca Harabeleri diye götüre götüre; İstanbul Samatya sur dibinde at ve eşek kestikleri yıkıntılara benzer bir yere götürdüler. Bir de ekstra tur diye yüklü bir para topladılar. Yolcular homurdandı. “Bizim memlekette neler neler var! İki taş yıkıntısı için yirmi Mark ekstra para mı verilir” diye epey söylendiler. Malta ve Gozo adalarında da aynısı tekrarlandı. İki kırık dökük harabeye yirmi otuz Mark para verildi, kimse fotoğraf bile çektirmeden otele dönüldü.
Bütün bunları niye yazdım…
Eloğlu kargasını şahin diye çok güzel pazarlıyor, biz ise şahinimizin şahin olduğunun farkında bile değiliz.
Niğde her bakımdan bir turizm destinasyonu olmayı ziyadesiyle hak ediyor. Zaten marka olmuş Aladağlar ve Bolkarlar’ın dışında hemen her kasabada her köyde saklı güzellikler mevcut.
Narlıgöl-Peribacaları, Bozköy Yeraltı Şehri, Takyanus Tepesi, Çardak Vadisi, Sülen Mağarası, Murtandı Kalesi, Kemerhisar Kemerleri, Roma Havuzu ve Göllüdağ bunlardan bazıları…
Paleolitik çağlardan günümüze tarihsel kronolojiye zengin örnekler sunan Niğde’nin gezilip görülecek yerlerinden Göllüdağ önemli bir destinasyon olmaya adaydır. Denizden 2172 m. yüksekliğindeki sönmüş volkanik bir dağın krater gölü çevresine inşa edilen Geç-Hitit şehrinin tapınak ve saray yapıları muntazam işçiliği ve ızgara planlı kurulumuyla göz alıcıdır. Çiftlik ilçesinde bulunan Göllüdağ kazıları 1934 yılında Remzi Oğuz Arık’la başlamış 1968-9 ve 1992-8 yıllarında devam edilmiştir. Aktif olmayan yanardağın krater gölüne nazır, kenti ve gölü çevreleyen savunmaya yönelik devasa sur sistemlerinin kalıntıları olağanüstü haldedir. M.Ö. 800’lü senelerde Tabal krallarının yaşadığı sarayda ve bitişiğindeki tapınak alanında değişik form ve biçimlerde 2 adeti aslanlı sfenks olmak üzere toplamda 16 adet aslanlı eserleriyle de özel ve zengin bir şehir olduğunu göstermektedir.
Göllüdağ’ın arkeolojik zenginliği yanında, zirveden bakıldığında Çamardı Demirkazık, Kayseri Erciyes Dağı, Hasan Dağı ve Bolkar’lar gibi çevresel dağ ve ovalara hâkim konumu görülebilir.
Göllüdağ’da gündoğumu ve günbatımının başlı başına görsel şölen olduğu bir kenara yazılmalıdır. Dağın tanıtımında bu unsurlar ön plana çıkartılacaktır. Göllüdağ 1. derece Sit alanı olduğundan bölgeyi turizme açmak için atılacak her adım için Koruma Kurulundan onay alınması gerekiyor.
Öncelikle Göllüdağ Antik Kenti’ni “Ören Yeri” vasfına getirmeye çalışmaktayız… Bunun için Nemrut Dağını, Malatya Aslantepe Höyüğü’nü ve Konya Çatalhöyüğü inceleyip, Göllüdağ için uygulayacağımız modeli belirledik. Yurt sathındaki ören yerleri, Bakanlığımızın denetiminde olup ziyaretçiler sıkı kurallar çerçevesinde buraları gezip görebilirler. Öyle her yerde piknik yapmak, çadır kurmak, ateş yakmak, nargile fokurdatmak, arabanın müziğini açıp ufaktan demlenmek, davul zurna çalıp havaya sıkmak mümkün değildir.
Ziyaretçiler, araçlarını dağın zirvesine değil, eteğindeki yaylaya park edecekler. Buradan başlayacak yürüyüşle yaklaşık 45 dakika/ 1 saat sonra zirveye ulaşılacak. Ciddi bir efor sarf edip Göllüdağ’a ulaşan ziyaretçiler buranın kıymetini bilecek, uluorta çer çöp atmayacak, tabiata saygılı olacak. Belirlenen noktalarda oluşturulacak seyir teraslarından gündoğumu ve günbatımı izlenip deneysel arkeoloji alanları ziyaret edilecek. Hediyelik satış noktalarında bu bölgeye özgü obsidyenden mamul mızrak ucu, tesbih, kolye gibi objeler ile Tarhunzas Lokumu alınabilecek. Göllüdağ meralarında otlayan davar ve çebiç etleriyle hazırlanacak olan “Tabal Köftesi ve Warpalawas Sucuğu gibi arkaik lezzetleri tadabilecekler.
Bu ve diğer projelerimizin hayata geçirilmesi için sabır ve kararlılıkla çalışıyoruz. Başladığımız işleri takip edip sonuçlanana kadar peşini bırakmamak ise ana düsturumuz.
Sefer bizden zafer Allah’tan!